5 Temmuz 2012 Perşembe

Ellerim duada, gönlüm Dadaab'ta...

Dadaab; Kenya'nın Garissa vilayetinin Somali sınırında, 650 bin müslümanın yaşadığı (yaşamaya çalıştığı!) dünyanın en büyük mülteci kampı. ilk olarak 90'lı yıllarda tv'den duymuştum adını, ama çocuk aklımla pek umursamamışım sanırım. sonra 2011'de yaşanan açlık felaketi ile gündeme gelmişti. duyduğum kadarıyla bilmiş, üzülmüş ve elimden gelebileceğin bir kısmıyla yardımda bulunmuştum. ve şimdi, bu sabah dergimi karıştırırken tekrar rastladım Dadaab'a. bu defa yüreğim sızladı, internetten ufak bir araştırma yaptım ve anladım ki, hem çok şanslı hem çok şanssızım. şanslıyım çünkü Rabbim beni ve sevdiklerimi hiçbir zaman açlıkla terbiye etmedi. ve şanssızım çünkü ben ve sevdiklerim öyle basit şeylerle imtihan oluyoruz ki, o insanların imtihanı neticesinde kazanacakları öyle çokken, bizim imtihanlarımız gibi kazançlarımız da değersiz olacak bu gidişle. dadaab'a insanlar 1990 yılından beri somali'de yaşanan savaş, kıtlık gibi sebeplerden kaçmak için yola çıktıkları ''ölüm yürüyüşü'' adı verilen bir yolculuk sonrasında ulaşıyorlar. birçoğu yolda çocuklarını, eşlerini ölü ya da ölüme terketmek zorunda oldukları, kampa sağ ulaşsalar bile birçok hastalığı beraberlerinde getirdikleri için yolculuğa bu isim verilmiş. kamp BM güvencesi altında. güvence dediğimiz; kampa sığınanların kollarına kaçıncı kampçı olduklarını gösteren bir bilezik takılarak, bir çadır, bir iki battaniye ve sarı su bidonları verilerek uçsuz bucaksız çöle bırakılmasını anlıyoruz. sonrası için Allah kerim...
su ihtiyacı sınırlı sayıdaki su kuyularının başında saatler süren bir bekleyiş sonrasında bir miktar karşılanabiliyor. kaldığı çadır su kuyularına uzak olanların halleri içler acısı. yemek ihtiyacı ise orada geçici veya sürekli olarak orada bulunan yardım kuruluşları sayesinde sağlanıyor. sağlık da aynı şekilde. eğitim ise bazen bir çadır, bazen de çalılar arasına hazırlanan bir mekan içerisinde düzensiz, kuralsız verilen genel okul eğitimi, arapça ve kur'an dersleri. eğitim şartları çok kötü ama elektrik olmadığı için tv, bilgisayar gibi şeylerle körelmediğinden çocukların zihinleri açık. 3-4 yaşına gelen her çocuk kur'an okumayı öğreniyor, 15 yaşın altındaki her çocuk ise kur'anı ezbere okuyabiliyor, herkes hafız yani. öyle kağıt kalem imkanları da yok, kagıtları ağaç parçaları, kalemleri ıslatılmış kömür, silgileri ise bazen bir bez, bazen de kum.
sosyal şartlar ise oldukça kötü. kız çocukları daha 10-11 yaşlarında evlendiriliyor. 12 yaşında 2 çocuklu -çocuk anneler- görmek sıradan bir durum. tabii evlenme imkanı bulunamadığı için farklı sosyal problemlerin de artması söz konusu. çadırlarda tecavüze uğrayan kadınlardan bahsediliyor.. ve ben tüm bunlar karşısında hiçbirşey yapmadığım -yapmadığımız- için utanıyorum. okuduğum yazıda yazar ''burada insanlar ağlamıyor ama hepsinde bir hüzün var. öyle bir hüzün ki, benim onlardan gözlerimi kaçırmama sebep oluyor. korkuyorum, ya bana -şimdiye kadar nerdeydiniz- derlerse diye ve başımı eğiyorum, yüzlerine bakamıyorum'' demiş. ben de utanıyorum şimdi: şimdiye kadar onlar için hemen hiçbirşey yapmadığım için...utanıyorum, ben burada kızım ''aman dudağını bükmesin'' diye kendimi paralarken onların orada açlık-susuzluk-hastalık üçgeninde bir veya birkaç çocuğunu kaybettiğini bilemediğim için... utanıyorum evim, arabam, iyi şartlarım için olan çabamın bir kısmını ''onların hayatta kalması için'' göstermediğim için... ve utanıyorum hiçbirşey gelmediyse bile elimden, ellerimi bir kez olsun sadece onlar için semaya uzatmadığımdan, gözyaşlarımı yalnız onlar için akıtmadığımdan, başımı secdeye koyduğumda yüreğim onlar için pır pır atmadığımdan... utanıyorum kendimden ve kendi insanlığımdan!...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

sizin yorumunuzu alayım:))